Yaşamımız boyunca gözümüzü yakalayan birçok şey vardır. Ancak bunların çok azı yüreğimizi ve ruhumuzu da yakalar. Aşk, evlilik ve sadakatsizlik acısı gibi!..
Ömrünün kısa olması, geçici bir görme kusuru olduğunun bilinmesi hatta karşılık bulamadığında tarifsiz acılara neden olabilmesi tekrar tekrar aşık olmayı engellemiyor. Yıllarca emek verilmiş bir ilişkinin varlığı ve bu ilişkiye verilen önem ise sadakatsizliklerin yaşanmasını engelleyemiyor. Her şeye rağmen hepimizin yaşantılarının içinde olabildikleri için her üç deneyimde daha iyi anlaşılması gereken yaşantılar oluyor.
Gelin bu üçlünün bileşenlerini yüzeysel bir boyutta gözden geçirelim. Aşk insan yaşamının neredeyse kaçınılmaz bir yanılsamasıdır. Aşkı kaçınılmaz yapan nedenleri anlamaya çalışırken tüm aşkların ortak özelliklerini gözden geçirmek yararlı olur. Biri diğerine aşık olduğunda aşık olunan kişinin algılanması değişir. Artık onda hangi özellikler görülmek istenirse onlar görülecektir. Neyi bulmak istersek onu göreceğimize göre aşk bir görme kusuru olarak da tanımlanabilir.
Mükemmel aşıklar - mükemmel birliktelik oluşturduklarına inanmak isterler. Daha somut söylemek gerekirse; Ahmet Ayşe’yi sevdiğinde, Ayşe artık: harikadır, olağan dışıdır, zekidir, yıldız gibi parlak gözleri vardır, kısacası Ahmet’in aradığı her şeye sahiptir. Bu bağlamda partnerler birbirleriyle mükemmel bir uyum içindedirler! Ne şimdi ne de ileride herhangi bir sorunları olabileceğini hayal bile etmekte güçlük çekerler. Bu bağlamda aşk, insan yaşamında olumlu yönde bir yanlılığın en çok egemen olduğu nadir zamanlardan birisi olmaktadır. Öyle ya, yaşadığımız dünyada deneyimlediğimiz birçok olumsuz yaşantı bizleri karamsar bir bakış açısı içinde olumsuz bir yanlılığa sürüklerken, aşk yaşantılanırken ilginç bir biçimde her şey olduğundan da olumlu görünmez mi?
Romeo Juliet’e ‘Sen benim güneşimsin’ der. Adem ise Havva’ya ‘senle ben etle tırnak gibiyiz, birimizin yokluğu ötekinin de sonu olur’ der. Böyle bir süreçte “ben”ler “biz” olabilmek pahasına yok olmaktadır. Aşk bu bağlamda bir kaynaşma olarak düşünülebilir.
Aşk ilişkisinde partnerler birbirlerinin temel mutluluk kaynağı olduklarından ve neredeyse birbirleri için doğduklarını düşündüklerinden aşık olma dönemi aynı zamanda hayali bir birlikteliği de temsil eder. Ancak aşkın hayali özellikler taşıyor olması her zaman gerçekçi olduğunu iddia eden insanların bile aşık olma arzusunu köreltememektedir. Çünkü insanların yaşamlarında en özgür oldukları yer hayalleridir. Hayaller hep gerçeklerin önünde gider. Birçok insan aşkın abartılı yaşandığını bilmekte hatta aşkı bir “çıkmaz” olarak tanımladıklarında bile “ama içinden çıkmak istemediğim bir çıkmaz” demektedirler. Duyguların mantığa meydan okuduğu ve kazandığı bu süreci böylesine çekici hale getiren nedir?
Çoğu zaman çevremizdekilere aşık olmakla birlikte giderek globalleşen bir dünyada insanlar tamamen farklı kültürlerden gelen, farklı inanış ve değerlere sahip kişilere de çekilip, aşık olabiliyorlar. Belki aşkın farklılıklar dahil her güçlüğün üstesinden gelebileceğine inandıkları için. Belki de aşkın anlamsız bir yaşamı bile anlamlı hale getirecek bir gücü olduğuna inandıkları için. İşte bu nedenle aşkı bir görme kusuru olarak tanımlamak mümkün. Bu bağlamda aşk “hesapsız bir sevebilme gücü” olarak tanımlanabilir. Yine bu nedenle daha saf ve naif bir yaşantı belki de.
Eğer aşk geçici bir görme kusuru ise eninde sonunda görme alanı netleşecektir. Günümüzde herkes “aşk ne kadar sürer?” gibi bir sorunun cevabının peşine düşmüş durumda neredeyse!. Mümkünse aşkı olabildiğince uzatmak istiyorlar.
“Büyüsel bir süreç, olağanüstü güzel bir rüya” olarak tanımlanan bir yaşantının çabuk bitmemesini istemek tabiî ki anlaşılmaz bir durum değil. Ancak buradaki talihsizlik aşk bitince her şeyin biteceğini ve ilişkinin anlamsızlaşacağını düşünmek. Aşkın ne kadar süreceği şeklinde bir soru bu noktada anlam kazanıyor veya kaybediyor. Eğer insanlar aşk yok olduğunda onun yerine gelebilecek duygunun en az aşk kadar doyurucu olabileceğine inansalar, aşk ne zaman biter sorusu eminim bu kadar önemli olmayabilirdi. Bu noktada önemli olan aşkın sevgiye dönüşüp, dönüşemediği. Her aşk ise sevgiye dönüşmüyor elbette…
Peki evlilik içinde mutluluğu ya da mutsuzluğu belirleyen nedir?
Yaşanan sorunların sayısı ya da niteliği mi? Evlenilen kişiden kaynaklanan sorunlar mı?
Sorunlu evliliklerde en sık görülen özelliklerden biri eşlerin birbirlerini suçlamaları. Bu suçlamalar sonucunda eşler zaman zaman umutsuzluğa kapılıyor ve “Yürümüyor işte…”, “Hep aynı şeyler oluyor”, “Bu ilişki onun umurunda bile değil”, “Hatalarını asla kabul etmiyor”, “İlişki iki kişiyle yürür ama o her şeyi benden bekliyor”, “Hiçbir şey değişmeyecek” gibi düşünebiliyorlar.
O zaman da ilişki için daha fazla çaba sarf etmenin anlamsız olduğunu düşünülüyor. Geçmişin ve şimdiki yaşantının kötü olması yanı sıra geleceğinde umutsuz görünmesi eşlerin daha da karamsarlaşmasına hatta evliliğin sonlanmasına neden olabiliyor. Bu suçlamalar çoğu kez bazı güzel! açıklamaları da beraberinde getiriyor. “Çok çocuklu bir aileden geliyor”, “Tıpkı annesi/babası gibi”, “Ailenin tek çocuğu olduğundan her istediği yerine getirilerek büyütülmüş”, “Çevresi onu hep şımartmış”, “Ana-babası ayrılmış olduğundan birlikteliğin ne demek olduğunu bilmiyor”, “Yakın ilişkilerde sorunu olmalı”, “Kendine saygısı ve güveni yok” hatta son zamanların popüler söylemi olan “Issız bir adam” gibi.
Oysa rahatsız olunan davranışlar ile ilgili hipotezler kurup açıklamalar yapmak evlilikte nadiren sorun çözer ya da mutluluk getirir. İlişkiler sorunlu hale geldiğinde kimin, hangi oranda “suçlu” olduğu ve suçun altındaki nedenlerin araştırılması bazen yalnızca soruna katkıda bulunur, çözüme değil… Önemli olan güzel açıklamalar yapmak değil, sorunun çözümünde etkili olabilecek yöntemler geliştirebilmektir. Çünkü aslında hiç kimse (psikiyatrlar dahil) neyi, niçin yaptığımızı kesin olarak bildiğini söyleyemez ve ilişkilerde mantıklı açıklamalar yapmak sorunu çözmekte asla yeterli değildir.
Nefret ettiğinizi bildiği halde aynı davranışları yapmakta ısrar eden ve daha önce 50 kez bunu yapmamasını söylediğiniz halde söylemlerinizi umursamayan partneriniz için öfke ile dişinizi gıcırdattığınız hiç olmadı mı? Ya da onun ilk tanıştığınız zamanki gibi olmadığını düşündüğünüz anlar? Hatta onu eskisi kadar sevmediğinizi düşündüğünüz zamanlar? Birazcık gerçekleri görebilse, biraz dediklerimi duyabilse diye üzülüp, ağladığınız ya da öfkelendiğiniz zamanlar? Yakın ilişkiler ve bu ilişkilerin kurumsallaştığı yer olan evlilik dünyasına hoş geldiniz!
Evlilik içi yaşantılar arasında eşleri ve birlikteliği en çok yıpratan yaşantının sadakatsizlik olduğunu söylemek abartılı olmasa gerek.
Sadakatsizlik mevcut birliktelik dışında üçüncü kişi/kişilerle yaşanan duygusal ve/veya fiziksel bir ilişki sonucu birlikteliğin beklenti ve standartlarının çiğnenmesi anlamına gelir. Birlikte yaşayan partnerler sadakatsizlikle karşılaştıkları takdirde bunun tereddütsüz ilişkilerinin sonu olacağını söylemelerine karşın gerçek yaşamda çiftlerin yarısından fazlası sadakatsizliğe rağmen ilişkilerine devam etme kararı almaktadırlar.
Partnerler birlikte kalmaya karar verdiklerinde somut bir ilişki kaybı söz konusu olmasa da ilişkiye atfedilen olumlu nitelikler kaybolmaktadır. Sadakatsizlik her iki partneri de değiştirmekte ve böylelikle ilişkinin kendisi de değişikliğe uğramaktadır. Güven üzerine kurulu eski ilişki ölmüştür ve yası tutulacaktır. Dolayısıyla sadakatsizliğin ardından yaşanan süreç tıpkı sevilen birinin ölümünü izleyen süreç gibi şaşkınlık, şok, inkar, öfke, umutsuzluk, çaresizlik, üzüntü gibi evreler içerebilir. Bütün bunlara rağmen kulağa inandırıcı gelmese de sadakatsizlik sonrası birlikte yaşamaya devam eden çiftlerden bir kısmının kaybettikleri güveni tekrar kazanmaları mümkün olabilmektedir. Bu sadakatsizlik sonrası ortaya çıkan kriz dönemi ve sonrasındaki gelişmelerin eşler tarafından nasıl yönetildiğine bağlıdır.
Sadakatsizliğin yıkıcı etkilerinin daha çok sadakatsizliğe uğrayan kişide görüldüğü bilinmekle birlikte bu sadakatsizliği yapan partnerin acı çekmediği anlamına gelmez. Sadakatsizliğe uğrayan kontrol duygusunu, amaçlarını, adalet duygusunu hatta yaşama isteğini kaybedebilirken, sadakatsizlik yapan da(alışkanlık haline gelmemişse) suçluluk, utanç, belirsizlik, umutsuzluk gibi duygular yaşayabilir. Bütün bu olumsuzluklar içinde kaybedilen güven tekrar nasıl kazanılacaktır? Sadakatsizliğe rağmen birlikte kalmayı tercih eden çiftler arasında mutluluğu ve güven duygusunu bir daha asla yakalamayan mutsuz çiftler olduğu gibi, acıyı sağlıklı bir biçimde geride bırakarak mutlu olmayı başaran çiftler de vardır. Travmatik süreci başarıyla geride bırakan çiftler incelendiğinde hemen hepsinin bazı temel süreçlerden geçtiği gözlenir. Bu süreçler bu yazının içeriğinin alındığı “Aşk, Evlilik, Sadakatsizlik: Şeytan Üçgeni” kitabında detaylarıyla aktarılmıştır
Özetle, sadakatsizlik sonrasında birlikte kalma kararı alan eşlerin birlikte geçmek durumunda oldukları zorlu süreçte kullanabilecekleri stratejiler mevcuttur. Ancak sadakatsizliği geride bırakma acıyı göğüslemeyi, kararlı, sabırlı olmayı ve hepsinden önemlisi adanmış ve umutlu olmayı gerektirir. Bazen yaşanılan mutsuzluk ,ileride yaşanabilecek mutluluğun itici gücü de olabilir.