Hepimiz hayattan birçok şey isteriz ancak en çok mutlu olmayı isteriz. Birçok doğal ve insan eliyle oluşturulan felaketlerin yaygın olduğu, çaresizlik ve umutsuzluğun giderek egemen olduğu, sağlık ve ekonomik sorunların yaşamlarımızın kaçınılmazları olduğu bir dünyada beki de mutluluk sahip olduklarımızda değil, sahip olduklarımıza verdiğimiz değerde ve varoluşumuza verdiğimiz anlamlarda saklıdır.
Belki, peşinden koşularak elde edilen bir şey olmaktan çok, kendimizden daha büyük bir amaç ve değerler bütünü için hizmet ederek anlamlı bir yaşam sürdürdüğümüze inandığımızda ortaya çıkan bir sonuç olabilir. Şüphesiz mutluluk ancak tanımı yapılabildiğinde ölçülebilir bir kavram olur. Ne var ki mutluluk başkalarının bizler adına tanımlayıp reçetelendirdiği değişmez kural ve ilkeleri olan bir kılavuz da değildir.
Mutluluk; içinde bulunulan bağlam ve olgunluk düzeyine bağlı olarak, bireylerin değişen dünya ve kendilik algılarıyla, her farklı yaşam evresinde kendileri için yeniden tanımlayıp tasarladıkları hatta hayal ettikleri yaşantılar bütünüdür. Mutluluğun bir düşünce mi, duygu mu, anlık mı yoksa bir süreç mi olduğu bile tartışmalı bir konudur
Olumlu ve sağlıklı bir düşünce sizi bir süreliğine mutlu etse de başkalarına bir katkısı yoktur. Düşüncelerimize bağlı olarak attığımız adım ve aldığımız aksiyonlar yaşantılarımızda anlamlı değişiklikler oluşturur. Her aksiyon ya da davranış mutluluk getirmese de, aksiyon almadan mutluluk gelmez. Mutluluk peşine düşülen bir amaç olmaktan çok, iç dünyamızı inşa ederek geliştirdiğimiz bir sonuç olsa da ne aradığını bilmeyen, bulduğunu fark edemez. Bu bağlamda mutluluk dışarıya değil, dışarıdan içeriye doğru yapılan bir inşaat olup anlamlı bir yaşam için belirlediğimiz değerlerimize doğru yapılan bir seyahat ya da ister olumlu ister olumsuz olsun tüm yaşam deneyimlerimizde bulduğumuz anlamlarla ortaya çıkan bir sonuçtur.
Maratonu gerçekleştirebilmek ve anlam arayışı içinde mutluluğu yakalamaktan öte, mutluluğun kendisi olmak gerekir. Ancak bu şekilde bir varoluşun önünde bazı engeller vardır. Bu engellerden en temel olanları, insan türünde kolaylıkla gelişen duygusal ve varoluşçu mükemmeliyetçiliktir. Mutluluk öncelikle duygusal ve varoluşçu mükemmeliyetçilikten olabildiğince arınarak başlar.
Duygusal mükemmeliyetçilikte; “Hep iyi hissetmeliyim.”, “Olumsuz duygulardan hemen kurtulmalıyım.”, “En iyi kararı verip hemen huzurlu olmalıyım.” biçiminde olumsuz gibi değerlendirilen duygulardan kaçma ve kaçınma eğilimi egemendir. Varoluşçu mükemmeliyetçilikteyse; “Hep ideal bir yaşantım olmalı.”, “Beklemediğim şeyler olmamalı.” gibi düşünce ve düşünce biçimleri baskındır.
Başka bir deyişle, birinde hep iyi hissetme ihtiyacı; diğerindeyse bireyin kendisi için belirlediği standartlarla uyumlu olarak gerçekleşen bir yaşam beklentisi vardır. Bu çok anlaşılır bir durumdur çünkü acı kaçınılmaz bir gerçek olsa da insan doğasında itici olandan ya da acı verenden kaçınma eğilimi hep var olmuştur. Günümüz popüler kültürünün “Hep iyi olanı hisset, iyiyi yakala çünkü hayat kısa!” şeklinde mesajlar verdiği bir zaman diliminde; ‘başarılı olmanın 10 yolu’, ‘lider olmanın 8 kuralı’, ‘mutlu olmanın 7 temel ilkesi’ başlıklı söylemler ve ‘iyi hissetme’ ve türevi başlıklı kitapların çok tutması hiç de şaşırtıcı değildir. Oysa anlamlı bir yaşam sürdürebilmek yalnızca iyi olanı hissetmekle ilgili değil, tüm duyguları hissedebilmekle ilgilidir. Tüm duygulara açık olabilmek, yaşam içinde açık ve esnek olup yaşamlarımızda kaçınılmaz olan acılarda anlam bulabilmeyi sağlar. Acı, bilgidir. Bize kaybettiklerimizin ya da artık orada olmayanın değerini gösterir. Başka bir deyişle acı, gösterdiği adresi görmek isteyenler için muhteşem bir bilgi kaynağı olabilir. Acının kaçınılmaz olduğu bir dünya da acı çekmekten daha anlamlı olabilecek tek şey acı çekmeye değer bir yaşam öyküsü oluşturabilmektir. Böyle bir yaşam öyküsü öncelikle duygusal mükemmeliyetçilikten arınmış olmayı gerektirir.
“Bugün yağmur yağmamalıydı.”, “Arkadaşım böyle bir davranış yapmamalıydı.”, “Evliliğimizde bunlar olmamalıydı.” şeklinde dile getirilen cümlelerin ardında beklentilerle uyumlu olmayan yaşantıları kabulle ilgili güçlükler hatta mevcut gerçeği protesto etme eğilimi vardır. Protesto anlaşılır bir davranış biçimi olmakla birlikte, yaşanan acıları sağlıklı biçimde geride bırakmak protestodan daha fazlasını gerektirir. Daha da önemlisi, insan yaşamına anlamlı şeyler yalnızca dingin olduklarında girer. Varoluşçu mükemmeliyetçilikten arınmak ancak beklentilerle uyumsuz olarak yaşanan gerçeği protesto etmekten vazgeçip beklentileri yaşanan gerçeğe göre yeniden daha dengeli bir biçimde düzenleyebilmekle mümkündür. Varoluşçu mükemmeliyetçilikte, kişideki her şeyin yolunda gitme beklentisi, onu sürekli olarak ‘alacaklı’ gibi yaşamaya yöneltir. Kişi kendisini sürekli alacaklı, dünyayı borçlu gibi algılayarak yaşadığından, tüm ‘alacaklılar’ gibi mutsuz ölecektir; çünkü ihtiyacından çok arzusu olan insanların ellerindekiyle yetinmeleri ve ellerindekine minnet ve şükran duymaları mümkün değildir. Ne acı ki yaşam bazen bizleri, yiyeceğinden çok iştahı olanlarla, iştahından çok yiyeceği olan insanlar arasına sıkıştırmaktadır.
Sonuç olarak, gerek duygusal gerek varoluşçu mükemmeliyetçilik, insanı ödül avcısı yapmakta ve onu giderek bencilleştirerek yaşadığı dünyaya yabancılaştırmakta ve böylelikle, mutlu olmalarına engel olmaktadır.
Şu ana kadar mutluluğun önünde 2 temel engel olarak karşımıza çıkan duygusal ve varoluşçu mükemmeliyetçilikten söz ettim. Şüphesiz mutluluğun önündeki engelleri aşmak, mutlu olmak için yeterli değildir. Herkesi benzer oranda mutlu edebilecek tek bir reçete olmasa da mutlu olan insanların bazı ortak özellikleri vardır. Bu ortak özellikler ve daha fazlası bir sonraki Onedio yazımın devamı olacak. Yaşamın bana öğrettiklerini siz değerli okuyucularımla yazarak paylaşma çabası içine girdiğim bu süreçte hepinize sevdiklerinizle sağlıklı ve huzurlu bir zaman dilerim.